30 Mart 2012 Cuma

Pasif İçicilik Çocuklarda Akciğer Hastalıklarına Neden Oluyor


Sigara onu içenler kadar içenlerin çevrelerinde bulunanlara da zarar vermeye devam ediyor. Sigara dumanından en çok zarar görenler de ne yazık ki en çok korumak istediklerimiz, yani çocuklarımız oluyor.

Norveç Haukeland Üniversitesinin yayımladığı son çalışmaya göre sigara dumanına maruz kalan(pasif içici konumundaki) çocuklarda KOAH görülme olasılığı hiç sigara dumanına maruz kalmayan çocuklara göre 2 kat fazla.

KOAH: Akciğerlerdeki hava yollarının daralması ve akciğerlerin içinde yer alan küçük hava keseciklerinin normalden fazla büyümesi ile kendini gösteren bir hastalıktır, akciğerlerde doluluk hissi vardır hava akım hızı daralan kanallar nedeni ile yavaşlar bu da soluk alma ve vermede güçlüğe neden olur. Akciğerler kana yeterli oksijen verememeye başlar. Öksürük, balgam, nefes darlığı ile devam eden yaşam kalitesini düşüren bir hastalıktır. Bu hastalık ortaya çıktıktan sonra geri dönüşü yani tamamen tedavisi yoktur. Sadece ilerlemesi büyük oranda yavaşlatılabilir.

Yaklaşık 800 çocuk üzerinde yapılan çalışmaya göre gelişim çağında sigara dumanına maruz kalmak yetişkinlikte solunum yolu hastalıklarının ve KOAH'ın ortaya çıkma riskini 2 kat artırmakta.

Araştırmada cinsiyetlere göre de farklar olduğu görülmüş. Buna göre kız çocukları sigara dumanının zararlı etkilerinden erkek çocuklara göre çok daha fazla etkileniyor. Gelişme çağında sigara dumanına maruz kalan kız çocuklarının yetişkinlikte KOAH'a yakalanma ihtimali hiç sigara dumanına maruz kalmayan kız çocuklarına göre 1,9 kat fazla. Erkek çocuklarda ise pasif içicilerin hiç sigara dumanına maruz kalmayanlara göre KOAH'a yakalanma riski 1,5 ile 1,7 kat arası fazla.

KOAH'a yakalanma açısından çocuklarda pasif içicilik (sigara dumanına maruz kalma) yetişkinlikte sigara dumanına maruz kalmaktan çok daha tehlikeli. Akciğerlerin gelişim döneminde sigara dumanına maruz kalınması çocuklar büyüyüp yetişkin olduklarında solunum yolu hastalıklarına yakalanma ihtimalini de artırdığı için eğer çocukların sigara dumanına maruz kalmaları önlenebilirse KOAH gibi akciğer ve solunum hastalıklarının da görülme sıklığı azaltılabilir.(Johannessen, 2012)

Cincinnati Üniversitesi de bu çalışmayı destekler nitelikte bir çalışma ortaya koydu. 2-7 yaş arası 476 çocuk üzerinde yapılan araştırmaya göre özellikle 2 yaş civarı yüksek miktarda sigara dumanına maruz kalan ve alerjik duyarlılığı olan çocuklar 7 yaşına geldiklerinde aynı yaştaki alerjik duyarlılığı olmayan çocuklara göre çok daha yüksek miktarda akciğer fonksiyonlarında azalma yaşama riskine sahipler.

Tıpkı önceki çalışmada olduğu cinsiyetler arasında sigara dumanından zarar görme açısından farklar görülüyor. Buna göre kız çocuklarında sigara dumanına bağlı olarak akciğer fonksiyonlarında görülen bozulma erkek çocuklarına göre 6 kat daha kötü.(Burnst, 2012)

Her gün evde düzenli olarak 2 ve üzerinde sigara içiliyor olması bile çocukların akciğer gelişimlerini olumsuz şekilde etkiliyor ve geleceklerini de tehlike altına atıyor.

Özellikle kız çocuk anne ve babaları, evleri ve arabaları gibi çocukları ile vakit geçirdikleri ortamlarda sigara yakmadan önce bir kere daha düşünmeliler. O yakılanın sadece sigara değil, aynı zamanda çocuklarımızın sağlıklı geleceği olduğunu anlamamız gerekiyor.

Bu araştırmalar gösteriyor ki çocuklu aileler mutlaka sigara alışkanlıklarından kurtulmak zorundalar. Eğer bunu yapamıyorlarsa en azından çocukları ile ortak kullandıkları/yaşadıkları alanları sigara ve sigara dumanından tamamen arındırmak zorundalar. Bu arındırma işlemine sigara dumanı sinen kıyafetlerin de dahil olduğunu hatırlatırız.

Sigara ve her türlü tütün ürününden arınmış,


29 Mart 2012 Perşembe

Sigara ve Şizofreni


Şizofreni kelimesi Yunanca'da ayrık ya da bölünmüş anlamına gelen "şizo" ve akıl anlamına gelen "frenos" kelimelerinin birleşiminden oluşur. Bölünmüş akıldan kasıt şizofreni hastasının aynı anda birden çok gerçekliği yaşamasıdır.

Akıl oyunları filminden de hatırlayabileceğimiz gibi bir şizofreni hastası gerçekte var olmayan arkadaşlar edinebilir, kendisini büyük komplolar içinde görev alan önemli bir devlet görevlisi zannedebilir.

Şizofreni hastasının düşünüş, duyuş ve davranışlarında önemli bozukluklar görülür. Şizofreni Hastası, insan ilişkilerinden ve gerçek yaşamdan uzaklaşır, kendi dünyasını kurar ve bu dünyada yaşar.

Şizofreni, ortaya çıkışında genetik faktörlerin ve çevresel etkenlerin rol aldığı karmaşık bir beyin hastalığı olarak bilinir.

Zürih Üniversitesi Psikiyatri Hastanesi'nin yayımladığı son çalışma,  sigara içilmesinin de şizofreni hastalığının ortaya çıkmasını tetikleyebileceğini ortaya koyuyor.

Buna göre 1800 kişi üzerinde yapılan bir çalışmada sigara kullanımının şizofreniye neden olan genetik faktörleri uyardığı ve hastalığın ortaya çıkışına neden olabileceği söyleniyor.

Çoğu sağlıklı insan şizofreni için risk faktörü olduğu bilinen TCF4 genini taşır. TCF4 geni insanların düşünme şeklini, bilgiyi algılama ve düzenleme yeteneğini etkileyebilir.

Araştırmacılar sigara tüketim miktarı arttıkça bu riskli genin etkilerinin de arttığını belirtiyorlar.(Quednow, 2012)

Sigarayı bırakmak için onlarca neden var, ancak bu son araştırma akıl sağlığımızı koruyabilmek için de mutlaka sigaradan uzak durmamız gerektiğini ortaya koyuyor!



28 Mart 2012 Çarşamba

Hamilelikte Obezite ve Bebek Üzerindeki Etkileri


Obezite her yaştan her cinsten insan için çok önemli bir sağlık sorunu. Şu an dünya üzerinde gözüken en önemli salgın hastalıklardan biri olarak değerlendirilebilecek kadar da tehlikeli.

Obezite'nin kalp damar sağlığı, doğurganlık, kanser oluşumu, eklem rahatsızlıkları, beyin fonksiyonları, sosyal yaşam, ruh sağlığı, depresyon oluşumu üzerindeki olumsuz etkilerini biliyoruz.

Bunların hepsi şişmanlık sorunu olan kişiyi doğrudan etkileyen sağlık sorunları ve sıkıntılardı. Oysa şimdi çok daha büyük bir sorun var. Obezitenin artık sadece obezite sorunu yaşayan(şişman olan) kişiyi etkilemekle kalmadığını biliyoruz.

Yapılan araştırmalar anne karnındaki bebeğin de annenin şişman oluşundan olumsuz olarak etkilendiğini ortaya koyuyor.

Annenin hamilelik öncesindeki vücut kitle indeksinin yüksek olmasının ve gebelik süresince yaşadığı kilo alımının, doğacak olan bebekte kalp damar hastalıkları ve diyabet(şeker hastalığı) gibi metabolizma hastalıkları oluşumu ile ilgili bir risk yaratıp yaratmadığı araştırılıyor.(Hochner, 2012)

1400 kişi üzerinde yapılan araştırma sonuçlarına göre, annenin hamilelik öncesi vücut kitle indeksinin yüksek olmasının da gebelik sırasında kilo almasının da doğan bebeğe genetik şekilde aktarıldığı ve bebek büyüdükçe önemli sağlık sorunlarına ve fazla kilo sorununa neden olduğu anlaşılıyor.

Belli bir kilonun üzerinde olan kadınlarda hormonal denge bozulduğundan gebe kalma olasılığının oldukça düşük olduğu bilinir. Ancak artık biliyoruz ki annenin şişman olması ve gebelik süresince de kilo almaya devam etmesi bebeğin sağlığını da olumsuz etkiliyor.

O yüzden yıllardır danışanlarımıza yaptığımız uyarıları buradan da tekrarlayalım:


  • Hamilelikte "iki can taşıyorsun ona göre bol bol yemelisin" sözlerine kulaklarınızı tıkayın.
  • Beden Kitle İndeksiniz Obez ve üzerinde sonuçlar veriyorsa ideal kilonuza yaklaşmadan hamile kalmayı aklınızdan bile geçirmeyin.
  • Sigara alkol gibi maddeler kullanıyorsanız hamile kalmadan en az 6-12 ay önce kullanmayı bırakın.
  • Doğumdan sonra ve doğum öncesinde sütünüz artsın diye zorla yedirilen sağlıksız yiyecek, macun vb içeriklerden kesinlikle uzak durun.
  • Hamilelik döneminde yalnızca kadın doğum uzmanınızın beslenme ve egzersiz tavsiyelerine uyun.

Unutmayın bu araştırmanın sonuçları çok çarpıcı bir gerçeği ortaya koyuyor obezite sorunu yaşayan annelerin çocukları, gençlik dönemlerinde ve/veya ilerleyen yaşlarında yüksek tansiyon sorunu yaşamaya, kalp-damar hastalıklarına ve şeker hastalığına yakalanmaya genetik açıdan yatkın olarak doğuyorlar. Doğduktan sonra da ömür boyu bu riski taşıyorlar. (Hochner, 2012)

Buna göre genç yaşta kalp krizi geçiren insanların annelerinin hamilelik dönemi araştırılırsa bu çalışmanın bulgularını destekler sonuçlar ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.

Şişmanlık sorunu yaşayan anne adaylarını buradan uyarmış olalım, öncelikle kendi sağlığınız için lütfen sağlıklı yaşam alışkanlıkları kazanarak fazla kilolarınızdan kurtulun ve sağlıklı olan ideal kilonuzda kaliteli bir yaşamın keyfine varın. Ondan sonra gerçek bir mucize olan anneliği keyifle sağlıkla yaşayın.

Eğer bunu kendiniz için yapma konusunda isteksizseniz bile doğacak çocuğunuza karşı sorumlu olduğunuz için yapın. Sağlıklı ideal kilonuza ulaşmadan hamile kalırsanız doğacak çocuğunuzu ömür boyu ciddi sağlık sorunları ile mücadele etmek zorunda bırakacağınızı belki de genç yaşta kalp krizi geçirmesine neden olacağınızı unutmayın.  



26 Mart 2012 Pazartesi

Obezite İlerleyen Yaşlarda Beyin Üzerinde Nasıl Etkiler Yapar?


Obezitenin(şişmanlık) kalp damar hastalıkları üzerindeki olumsuz etkilerinden, yaşam kalitesinde meydana getirdiği düşüş ve ruh sağlığına olan olumsuz etkilerinden önceki yazılarımızda bahsetmiştik.

Dünya genelinde bir salgın hastalık gibi yayılan obezite konusunda çalışmalar hızla devam ederken her geçen gün yeni bir araştırmanın sonuçları ile karşılaşıyoruz.

Seul Ulusal Üniversitesi’nin son çalışması obezitenin ilerleyen yaşlardaki etkilerine ışık tutuyor.

60 yaş ve üzerindeki 250 kişi üzerinde yapılan bu araştırmaya göre obezite ilerleyen yaşlarda beyin fonksiyonlarında ve aklın bilme ve idrak kabiliyetinde azalmaya neden oluyor.   

Özellikle iç organların çevresinde, yani karın bölgesinde, yağların toplandığı 60-70 yaş arasındaki obez hastalarda, beyin fonksiyonlarında gerileme ve bunama görülme riski, normal kiloda olanlara oranla çok daha yüksek.

Buna göre obezitenin, özellikle de bel-karın bölgesinde görülen obezitenin önlenmesi, ilerleyen yaşlarda beyin fonksiyonlarında azalma ve bunamanın önlenmesi açısından oldukça önemli olabilir.(Yoon DH, 2012)

Bu araştırma, obezitenin beyin üzerindeki etkilerini gösteren az sayıda araştırmadan biri olması ve bu etkilerin daha iyi anlaşılabilmesi açısından çok önemli. Bazı kaynaklara göre 65 yaşın üzerindeki her 3 kişinden birinde bunama ortaya çıkma riski söz konusu. Bu araştırma gösteriyor ki dengeli bir beslenme, sağlıklı olan kiloya ulaşıp bunu korumak, düzenli egzersiz yapmak, tansiyon ve kolesterol değerlerini sağlıklı seviyede tutmak, bu riski azaltmak için oldukça yardımcı olabilir.

22 Mart 2012 Perşembe

Trans Yağlar Öfke ve Saldırganlığa Sebep Olur mu?


Son yıllarda trans yağlar özellikle televizyon ekranlarında sık sık karşımıza çıkmakta. Pek çok ürün içeriğinde trans yağ bulunmadığının reklamını yapar oldu. Trans yağların zararları ile ilgili pek çok bilgi yayımlandı.

Peki nedir bu trans yağlar nerede bulunurlar?  

1900'lü yılların başında sıvı yağları katılaştırma adına yapılan deneyler sonuç veriyor. Doymamış yağlar (oda sıcaklığında da buzdolabında da sıvı halde kalan bitkisel sıvı yağlar) hidrojenasyon işlemine tabi tutularak (yani sıvı yağın yapısına hidrojen eklenerek) katı hale getiriliyor. Böylece oda sıcaklığında erimeyen bir yağ cinsi ortaya çıkıyor. Üstelik tereyağından farklı olarak buzdolabından çıktığı anda sürülmeye hazır! Buna hidrojene nebati yağ, hidrojene bitkisel yağ ya da margarin deniliyor.

Ancak bir sorun var sıvı yağları katı hale getirmek için uygulanan hidrojenasyon ve kimyasal süreçler trans yağların oluşmasına neden oluyor. Nebati yağlar, margarinler, hazır yiyecekler, tekrar tekrar kullanılan kızartma yağları ve fast food yiyecekler yüksek oranda trans yağ içeriyorlar.

1900'lü yılların ortalarında trans yağların bir takım sağlık sorunlarına neden olabileceği düşüncesi ile araştırmalar başlatılıyor. Günümüze kadar gelen araştırmaların bilinen sonuçları trans yağların, insülin intoleransı, yaşlanma, kızarıklık şişme gibi belirtiler veren iltihabi durumlar, karaciğer rahatsızlıkları,  kalp-damar hastalıkları, obezite, cinsel işlev bozuklukları gibi önemli sağlık sorunlarına neden olabildiği yönünde.

Bu konuda yapılan son çalışma California Üniversitesine ait. Üniversite trans yağların insan davranışları üzerinde nasıl etkiler yarattığı konusunda bir araştırma yapıyor. Erkek ve kadınlardan oluşan yaklaşık 1000 kişi üzerinde yapılan araştırmanın sonuçları önemli. Buna göre trans yağların fazla miktarda tüketimi çabuk öfkelenmeye ve saldırganlığa neden olabiliyor.(Golomb, 2012) Bu araştırmanın sonuçları Las Palmas de Gran Canaria Üniversitesinin yayımladığı trans yağların depresyon riskini artırabileceği yönündeki araştırmasını da destekler nitelikte.(Sanchez Villegaz,2011)

Sonuç olarak trans yağları ve trans yağ kaynaklarını hayatımızdan tamamen çıkartmak kendi sağlığımız ve gelecek nesillerin sağlığı için oldukça önemli gözüküyor. Özellikle okul kantinlerinde ve insanların topluca yaşadığı, zaman geçirdiği ortamlarda ve hapishanelerde, sağlık üzerindeki tüm olumsuz etkilerinin yanında saldırganlık ve ani öfkelenmeye de neden olabilen trans yağ içeren yiyeceklerin, kesinlikle bulundurulmaması gerekiyor.

21 Mart 2012 Çarşamba

Beyaz Pirinç ve Tip 2 Diyabet


8-9000 yıl önce Çin'de üretilmeye başlanıp bütün dünyaya yayılan bir besin maddesinden bahsedeceğiz bugün. Ülkemizde gençlerin pişirmeyi öğrendiklerinde yemek yapmayı biliyorum demeye başladıkları bir yemeğin ana maddesi yani pirinç. Günümüzde pirinç dünya nüfusunun  neredeyse yarısını her gün besleyen önemli bir besin.

Ne yazık ki bugün tüketilmekte olan pirinç kabuklu, vitamin-mineral yönünden zengin, lif içeriği yüksek olan kahverengi pirinç değil; rafine edilmiş, kabuğundan ayrılmış, pek çok işlemden geçerek beyaz hale gelmiş olan marketlerde gördüğümüz beyaz pirinç.

Üstelik beyaz pirincin kan şekerinde yükselme ve alçalma şeklinde ani oynamalara neden olan Glisemik İndeks değeri de oldukça yüksek. Beyaz pirinç 64, kahverengi pirinç 55, tam tahıllar 41, arpa 25 glisemik indeks değerine sahip.(Foster-Powell, 2002)

İnsanlar üzerinde yapılmış olan büyük çaplı pek çok araştırma glisemik indeksi yüksek yiyeceklerin günlük beslenmede büyük yer tutmasının tip 2 diyabet(yetişkin şeker hastalığı) riskini büyük oranda artırdığını ortaya koyuyor.(Villegas R,2007)

Harvard Üniversitesi beyaz pirincin tip 2 diyabete neden olup olmadığı konusunda bir araştırma yapıyor. Araştırma şeker hastalığı olmayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarından oluşan ve 4 yılla 20 yıl arasında takip edilen bir topluluk üzerinde yapılıyor.

Araştırma sonucunda daha fazla miktarda beyaz pirinç tüketmenin tip 2 diyabet oluşum riskini artırdığı ortaya çıkıyor. (Qi Sun, 2012)

Çinde günde 5 porsiyon beyaz pirinç tüketildiği, Amerika'da ise haftada 5 porsiyondan az beyaz pirinç tüketildiği gözlemleniyor. Bu da Çin, Japonya gibi beyaz pirinç tüketiminin daha fazla olduğu ülkelerde şeker hastalığına yakalanma riskinin daha büyük olduğunu gösteriyor. Fazladan tüketilen her porsiyon beyaz pirinç (150 gram) tip 2 diyabete yakalanma riskini %11 oranında artırıyor.(Qi Sun, 2012)

Ayrıca beyaz pirincin yoğun olarak tüketildiği bölgelerde on iki parmak bağırsağı ülserinin görülme sıklığının arttığı(Tovey F, 2009) buna karşın hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde kahverengi pirincin kepeğinde ve filizlerinde bulunan bazı maddelerin on iki parmak bağırsağı ülserinden koruyucu özellikte olduğu ortaya çıkıyor.(Jayaraj, 2001)

Bu nedenle hazırlanması daha zahmetli de olsa beyaz pirinç yerine kahverengi pirinç kullanmak çok daha sağlıklı olacaktır. Beyaz pirinç yerine kahverengi pirinç kullanımının diyabet hastalığı riskini bir ölçüde azalttığını ortaya koyan çalışmaların da olması bu konuda kararlı adımlar atılması gerektiğini gösteriyor.(Sun Q, 2010)


Medulla Vita

19 Mart 2012 Pazartesi

Kırmızı Et Bilmecesi


Kırmızı et tarihin başlangıcından beri insan beslenmesinin önemli bir parçası olmuştur. Özellikle ülkemizde kırmızı etle hazırlanan yemekler kültürümüzün çok önemli bir parçasını oluşturur. Kırmızı et deyince, dana, kuzu ve oğlak eti ilk aklımıza gelen seçenekler olduğu halde işlenmiş etleri de kırmızı et olarak değerlendirmemiz gerekir.

Önceden çeşitli hazırlanma aşamalarından geçtikten sonra tüketime hazır olarak karşımıza çıkan et çeşitlerine işlenmiş et diyoruz. Pastırma, sucuk, salam, sosis gibi şarküteri ürünleri ve marketlerde pişime hazır satılan fabrikasyon köfte çeşitleri vb ürünleri işlenmiş et sınıfına sokabiliriz.

Kırmızı et konusunda yıllardır tartışmalar sürer durur. Önceleri kolesterol ve kalp damar hastalıkları üzerinde olumsuz etkisinden bahsedilip mümkünse beslenmeden tamamen çıkartılması gerektiğinden bahsediliyordu. Sonra belli oranda tüketilebileceği söylendi. Son yıllarda ise kırmızı etin zannedildiği kadar zararlı olmadığı ve korkulmadan tüketilebileceği üzerine haberler yayınlandı. Hatta ilk çağ insanlarının beslenme şekli olarak övüldü ve taş devri beslenmesinin her devir için uygun olduğu söylendi. Uzun lafın kısası yıllar içinde kafa karıştırıcı bir bilmece haline geldi kırmızı et.

Pek çok beslenme tarzında, alınan protein ve yağın ana kaynağı olan kırmızı et ile ilgili son yıllarda yapılmış olan ciddi çalışmalar, kırmızı etin diyabet(şeker hastalığı)(Pan A, 2011), kalp-damar hastalıkları(Micha R, 2010) ve kanser(Zheng W, 2009) oluşum riskini artırdığını gösteriyor.

Harvard Üniversitesi, Alman İnsan Beslenmesi Enstitüsü ve Cleveland Kliniği'nin ortaklaşa  yayımladığı bir araştırma ise bu tartışmalara son noktayı koyacak gibi.

Bu araştırmada 37.698 erkek ve 83.644 kadın üzerinde 25 yıldan uzun süreli yapılan iki ayrı çalışmanın verileri toplanarak değerlendiriliyor.

Araştırmada katılanların dana eti, kuzu eti gibi işlenmemiş etleri ve pastırma, sosis, salam gibi işlenmiş etleri günde kaç defa ve ne miktarlarda tükettikleri ile geçirdikleri sağlık sorunları arasındaki ilişki inceleniyor. Bu araştırmada işlenmemiş etin bir porsiyonu 85 gram olarak hesaplanmış. İşlenmiş etlerin 1 porsiyonu ise, pastırma için (2 dilim) 13 gram, sosis salam gibi diğer işlenmiş etler için (1 parça) 28 gram olarak değerlendirilmiş. Tüketim sıklığı ise "ayda bir kez ya da hiç" ile "günde 6 kere ya da daha fazla tüketirim" arasında çeşitlendirilmiş.

Yıllar içinde katılımcıların 23.926'sı çeşitli nedenlerle hayatlarını kaybetmişler. Bunların 5910'u kalp-damar hastalıkları, 9464'ü ise kanser nedeni ile hayatlarını kaybetmiş.

Araştırmaya göre günlük kırmızı et tüketimleri yüksek olan (günde 4-5-6 kere ya da daha fazla) kadın ve erkeklerin fiziksel aktivite seviyelerinin düşük olduğu, sigara içtikleri, alkol tükettikleri ve beden kitle indekslerinin yüksek olduğu gözlenmiş.

Aynı zamanda daha fazla kırmızı et tüketimi olanlarda daha fazla enerji alımı gerçekleştiği ancak tahıl, meyve ve sebze tüketiminin düşük tutulduğu da görülmüş.

İşlem görmemiş ve işlem görmüş kırmızı et tüketiminin kadın ve erkeklerde kalp-damar hastalıklarından ve kanserden ölüm riskini artırdığı gözlenmiş. Buna göre günde 1 porsiyon işlenmemiş kırmızı et tüketimi %13, işlenmiş kırmızı et tüketimi %20 oranında ölüm riskini artırıyor.

Günde tüketilen 1 porsiyon kırmızı et eğer 1 porsiyon, balık, kümes hayvanları, fındık/badem/ceviz, baklagiller, yağsız süt ürünleri(peynir, yoğurt vb) ya da  tam tahıllarla yer değiştirirse ölüm riski azalıyor. 1 Porsiyon kırmızı et yerine Balık tüketildiğinde %7, kümes hayvanları tüketildiğinde %14, fındık/badem/ceviz tüketildiğinde %19, baklagiller tüketildiğinde %10, yağsız süt ürünleri tüketildiğinde %10, tam tahıllar tüketildiğinde ise %14  oranında bu hastalıklardan ölüm riski azalıyor.

Araştırmacılara göre eğer katılımcılar günde yarım porsiyondan az kırmızı et tüketmiş olsalardı erkeklerin %9,3'ünün kadınların ise %7,6'sının ölümü engellenebilirdi.

Kırmızı et içinde bulunan ya da yüksek ısıda pişirme nedeni ile oluşan nitrosamide gibi bazı bileşikler de kansere neden olan etkiler yaratarak barsak kanserlerine neden olabiliyor.

Sonuç olarak bu araştırma kırmızı et tüketiminin kadınlarda ve erkeklerde kalp-damar hastalıklarına ve kansere neden olduğunu ortaya koymanın yanında özellikle işlenmiş kırmızı etlerin, işlenmemiş kırmızı etlerden daha zararlı olduğunu da ortaya koyuyor. İşlenmiş kırmızı etlerin daha zararlı olmasının nedeninin kırmızı etin sahip olduğu doymuş yağlara sahip olmasının yanında sodyum ve nitrat gibi ek maddeler de içermesi olduğu düşünülüyor.

Kırmızı et yerine balık, kümes hayvanları, fındık/badem/ceviz, baklagiller, yağsız süt ürünleri(peynir, yoğurt vb) ya da  tam tahılların tercih edilmesinin ise ölüm riskini azaltacağı belirtiliyor.(Sun Q, 2012)

Tartışma:

İlgili araştırmada kırmızı etin pişirilme şeklinin sağlık riskleri ile arasındaki ilişkiye dair yeterli bulgu görülmüyor. Amerikan mutfağında kızartmanın ve kömür ateşinde pişirmenin sık kullanılan yöntemler olması ve tuzun fazla miktarlarda tüketiliyor olması kırmızı etten bağımsız olarak sağlık durumunu etkilemiş olabilir.

Yine araştırmada kırmızı et tüketimi fazla olanların, aynı zamanda sigara, alkol tüketimlerinin olduğu, fiziksel hareketliliklerinin az olduğu ve şişman oldukları belirtilmiş. Kırmızı etten hariç olarak sigara-alkol tüketimi, hareketsiz yaşam ve fazla kilo başlı başına kalp-damar hastalıkları, kanser ve kısa yaşam süresi nedenleri olarak biliniyor. Bu özellikteki kişilerin araştırma sonuçlarına olan yansıması net değil.

Öneriler ve Sonuç:

Her ne kadar tartışma bölümünde çekincelerimizi belirtmiş olsak da, araştırmada yer alan, kırmızı et tüketim miktarı azaltıldığında ölüm riskinin de azaldığına yönelik bilgiler önemlidir.

Bu nedenle, kırmızı et toplumumuzca sevilerek tüketilen ve kültürümüzün bir parçası olan bir besin maddesi olmasına ve beslenmemizden tamamen çıkartılması söz konusu olmamasına rağmen, tüketim miktarları mutlaka bu araştırmada da belirtildiği gibi günde yarım porsiyonun(40 gramın) altında tutulmalı ve nadiren tüketilmelidir.

Sağlıklı yaşam için:

  • Kırmızı et yerine günlük protein ihtiyacı mutlaka balık, kümes hayvanları, fındık - badem - ceviz, baklagiller, yağsız süt ürünleri (peynir, yoğurt vb) ya da  tam tahıllı besinlerden sağlanmalıdır.
  • Günlük beslenmede kaliteli karbonhidrat ve lif kaynakları olan meyvelere, sebzelere ve baklagillere yer verilmelidir.
  • Rafine edilmiş ürünlerden(beyaz şeker, beyaz un vb) uzak durulmalıdır.
  • Omega yağlarından zengin balıklara beslenmede yer verilmelidir.
  • Doymuş yağlardan ve trans yağlardan uzak durulmalıdır.
  • Kaliteli besinlerin az miktarlarda tüketildiğinde dahi fastfood benzeri içeriklerden çok daha doyurucu ve besleyici olduğu unutulmamalıdır.



Medulla Vita

16 Mart 2012 Cuma

Diyet mi Egzersiz mi?


Yıllardır sürüp giden bir tartışma vardır. Kilo vermek için diyet mi yapmalı yoksa egzersiz mi? Aslında bu baştan hatalı bir yaklaşım, çünkü bu soru cümlesi, diyet kavramını sadece kilo vermek için uygulanacak geçici bir beslenme şekli olarak ifade ediyor. Egzersizi ise bu geçici beslenme şeklinin yerine geçebilecek kilo vermek için belli bir zaman süresince yapılıp bırakılacak bir uygulama olarak ifade ediyor.

Oysa esasen diyet sağlık durumumuza göre uymamız gereken genel beslenme kurallarını içeren bir yaşam şeklidir. Belirli bir süresi yoktur, sağlık durumumuzda bir değişiklik olmadığı sürece kendimiz için uygun olan sağlıklı beslenme şeklini(diyeti) ömür boyu sürdürebiliriz.

Ama ne yazık ki diyet kavramı hep magazin dergilerinde ya da gazete eklerinde çıkan 3 gün şunu yapın 7 gün bunu yapın şu kadar kilo verin başlıklı zaman sınırlı mucize reçeteleri ile karıştırılıyor. Oysa onlar kimilerine geçici kilo kayıpları yaşatırken bırakıldıkları andan itibaren verilenleri fazlası ile geri aldırmaları ile ünlü reçeteler sadece...

Egzersiz ise ne 6 ay için satın alınan 3 hafta gittikten sonra bir daha kapısından içeri adım atılmayan bir spor merkezi üyeliği  ne de 10 günde şu kadar incelme sağlayacağı iddiasında olan sınırlı süreli bir uygulamadır. Egzersiz ömür boyu süren, bedenin bütün kas gruplarını ve eklemleri yeterli miktarda çalıştıran ve sağlıklı, esnek ve güçlü bir beden yapısını koruyan doğal bir süreç günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır.

Chicago Illinois Üniversitesi bu konu ile ilgili bir araştırma yapıyor. Bu araştırmada kalorisi düşük beslenme ile egzersizin kolesterol seviyeleri üzerinde nasıl etkiler gösterdiği ayrı ayrı inceleniyor.

12 haftalık bir sürede katılımcılarda %5 oranında kilo kaybına ulaşıldıktan sonra çeşitli kan testleri ile sağlık durumu değerlendirilmesi yapılıyor.

Toplam Kolesterol seviyesini oluşturan iki yağ(lipid) vardır. Bunlar LDL ve HDL olarak bilinir. Lipidlerin kötü huylu olanına LDL sağlık için yararlı olan ve iyi huylu olarak bilinenine ise HDL deniyor. Obezitede damar içi duvarını daraltan LDL seviyelerinin yüksek olduğu görülüyor. Bu da kalp damar hastalıklarının en önemli nedenlerinden biri maalesef.

Yapılan testlere göre kalorisi sınırlandırılmış beslenme düzenine uyanlarda (Besinlerin %30'u yağlardan, %15'i kcal proteinden, %55'i kcal karbonhidratlardan oluşan beslenme şekli) LDL azalıyor. Egzersiz yapanlarda ise HDL artıyor.(Varady,2011)

Bu durumda egzersiz mi diyet mi sorusu yazımızın başında da belirttiğimiz gibi anlamını yitiriyor. Her ikisinin de sağlığımız üzerine ayrı ayrı çok yararlı etkileri var. Gerçek anlamda sağlıklı olabilmek için her ikisini birlikte sürdürmek şart!

Egzersiz ve sağlıklı beslenme günlük yaşamımızın değişmez parçaları haline geldiği andan itibaren sağlıklı bir yaşamdan söz etmeye başlayabiliriz.


Medulla Vita

13 Mart 2012 Salı

Hasta Merkezli Tıp


Son yıllarda sağlık hizmetini sunanlar, temel olarak da doktorlar arasında tartışılmaya başlanan bir hastaya yaklaşım tarzı var. Bu yaklaşıma "Hasta Odaklı Tedavi" ya da "Hasta Merkezli Tıp" deniliyor. Bu uygulamanın pratikte avantajları olduğu gibi her ülkenin kendi özel koşullarından kaynaklanan dezavantajları da olabileceği biliniyor.

Hasta Merkezli Tıp'tan söz etmeden önce Hekim Merkezli Tıp uygulaması nedir onu bilmemiz gerekir.


Hekim Merkezli Tıp:

Esasen günümüzde hastanelerimizin genelinde uygulanmakta olan tedavi yaklaşımına Hekim Merkezli Tıp diyebiliriz. 

Bu uygulamada teşhis-tedavi sürecinde aktif olan, yönlendirici ve belirleyici olan hekimdir. Hekim kendisine başvuran hastasını muayene eder, tanı ve tedavi için gerekli gördüğü girişimleri planlar ve hastadan bunlara kesin olarak uymasını ister. 

Hasta, hekimle karşılaştığı andan itibaren bütün karar verme yetkisini hekime verir ve her türlü yönlendirilmeyi kabul eder konuma gelir. Soruları hekim sorar. Kararları hekim verir. 

Bütün bu süreçler neredeyse tamamen hekimin kontrolünde olup diğer sağlık personelinin bu kararlara vereceği katkı sınırlıdır ve hekim çoğu zaman yarı-tanrı durumundadır. 

Hastanın istek ve tercihlerinin çok önemli bir rolü bulunmamaktadır. Hekimin baskın rolde olduğu bu yaklaşım, hastalar, hasta yakınları ve diğer sağlık personeli açısından son derece anti-demokratik bir yaklaşım olmasının ötesinde, hasta memnuniyeti açısından yetersiz ve tıbbi hatalara daha yatkın bir yaklaşımdır.(Hayran, 2011) 

Hekimin otoritesi o kadar güçlüdür ki bu çoğu kez yüz ifadesine ve ses tonuna bile yansır. Genellikle emirler vererek konuşur, zaten pek fazla da konuşmaz. Hastasının, her dediğine itirazsız ve mutlak olarak itaat etmesini bekler. Onun soru sormasını  bile, mesleğine müdahale ve otoritesine başkaldırı gibi algılar. “Geç şuraya!” “Aç sırtını!” “Git bu tahlilleri yaptır” “Al bu ilaçları kullan” üslubu çok alışılmıştır. Hastanın bu emirlerinden birine karşı isteksiz davranması durumunda,  hekim sinirlenir veya hastasını reddedebilir. (Özlü T.) 


Hasta Merkezli Tıp:

Yirmi birinci yüzyıla girişle birlikte gerek Kuzey Amerika'da gerekse Avrupa ülkelerinde aynı anda yaygınlaşmaya başlayan bir başka sağlık hizmeti anlayışı ise "hasta odaklı" sağlık hizmetleri anlayışıdır.

Bu anlayışın temeli 1988 yılında Hasta Merkezli Yaklaşım için Picker/Kamu yararı programı'nın (Picker Enstitüsü) ortaya koyduğu Hasta Merkezli Tedavi kavramına dayanır. Bu kavram doktorların, hemşire ve hasta bakıcı personelin ve sağlık sisteminin hastalığa odaklanmaktan vazgeçip hastaya ve hasta yakınlarına odaklanmasının gerekliliğini belirtir.(Gerteis M,1993)

Picker Enstitüsü hasta ve hasta yakınları ile iş birliği içinde hareket ederek yıllar içinde Hasta Merkezli Yaklaşım için 8 önemli kavram oluşturdu. 

1-Hasta için önemli olan değerlere, inançlara, tercihlere ve ihtiyaçlarını belirtme hakkına saygılı olmak, 2-Ekip çalışması(eşgüdümlü ve bütünleşik tedavi), 3-Hasta ve hasta yakınları için her aşamada açıklayıcı, yüksek kalitede bilgi edinme ve öğrenme hakkı, 4-Fiziksel açıdan rahat ettirilme, ağrı kontrolü, 5-Duygusal destek, kaygı ve korkuların yatıştırılması, 6-Aile bireylerinin ve arkadaşların uygun şekilde sürece dahil edilmeleri, 7-Nakil durumlarını da kapsayacak şekilde hizmette süreklilik, 8-Tedaviye ulaşım hakkı(Gerteis M,1993)  


Bu kavramların büyük bölümü günümüzde de Hasta Merkezli Tıp uygulamasında kullanılmaktadır. 


Süreklilik: Yüz yüze görüşmeler sırasında konuşulması unutulmuş bir konu ya da sonradan ortaya çıkan bir durum hakkında, günün her saatinde ve her türlü yolla (telefon görüşmesi, internet, gibi) hastanın doktoruna ulaşabilmesidir. Doktorun da aynı şekilde hastasını kontrol etmesine imkan sağlar. Günümüzün iletişim teknolojileri bu imkanı sağlamaktadır. 

İhtiyaç ve değerlere öncelik: Hastanın bireysel ihtiyaçlarına, inançlarına, yaşam biçimine ve değerlerine öncelik verilmesi gerekir. Hekim tarafından, kendisine bir insan olarak saygı duyulması ve değer verilmesi hasta için her şeyden daha önemlidir.

Tercihlere öncelik: Bu Hasta Merkezli Tıp uygulamasının en önemli ayağıdır. Hastanın geleceği ile ilgili riskli bir ameliyata mı gireceği, yoksa durumunu kontrol altında tutmak için ömür boyu bir ilaç mı kullanmak istediğine yönelik karar, içinde bulunduğu durum ve yapacağı tercihlerin sonuçları detaylıca anlatıldıktan sonra, hastaya bırakılır. Başka bir deyişle güç ve sorumluluk hastalarla paylaşılır. Elbette bu her durumda geçerli değildir örneğin akut apandisitle hastaneye gelen bir hastanın acilen ameliyat edilerek apandisinin alınması gerekir. Başka bir müdahale ya da tercih şansı olmayan kritik durumlarda olması gereken kararı hekim alır ve uygular.(Barry, Edgman-Levitan, 2012)

Yapılan araştırmalar hasta ile bilgi paylaşımının ve hastanın önüne tedavisi ile ilgili seçenekler sunulmasının tedavi maliyetlerini azalttığını ve doğru teşhis ve tedavi oranında artış sağladığını da ortaya koyuyor. Hasta ile hekimin bir tedavi konusunda birlikte karar vermeleri hastanın kendisini değerli hissetmesini sağladığından iyileşme için gereken moral desteğini de hastaya sağlamış oluyor. Hastaların büyük bölümü en iyi tedavi, laboratuvar testleri ve teşhis için farklı seçeneklere sahip olduklarını bildiklerinde hekimleri ile tercihleri konusunda iş birliği yapmaya da istekli oluyorlar.(Barry, Edgman-Levitan, 2012)    

Açıklık ve şeffaflık: Hastanın ve hasta yakınlarının tedavi programına ilişkin her türlü bilgiye ulaşması kolaylaştırılmalı, her türlü bilgi hasta ile paylaşılmalıdır. Özellikle hekimlerin hastaları ile aralarına koyduğu mesafe kaldırılmalıdır. Hekimlerin fazla konuşmayan ve ulaşılmayan insanlar, tıbbi bilgilerin ise anlaşılması güç bazı terimler ve semboller olması alışkanlığından vazgeçilmelidir. Hekim hastanın sağlık konularındaki danışmanı rolünü benimseyerek her türlü bilgiyi kendisi ile paylaşmalıdır. Tabii ki hastaya ait özel bilgilerin hastanın izni dışında kullanılması, ortada bırakılması, gizliliğin ihlal edilmesi hukuki ve etik açıdan doğru değildir. Ancak, hastanın ve gerektiğinde yakınlarının, hastanın durumu ile ilgili her türlü bilgiye kolayca ulaşabilmesinin temel bir hasta hakkı olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.(Hayran, 2011)

Hasta güvenliği ve kanıta dayalı tıp: Hastanın güvenliğini ön planda tutan, her türlü hatayı önleyici veya azaltıcı önlem ve sistemlere yüksek önem verilmeli, hastaya verilen her türlü hizmet ve yapılan her işlem mutlaka bilimsel bir kanıta ya da geçerli tıbbi bilgiye dayanmalıdır. Tıbbi uygulamaların en temel ilkesinin Hipokrat döneminden beri "zarar vermemek" olduğu unutulmamalıdır.

Ekip çalışması: Hastanın teşhis ve tedavi süreçlerinde farklı disiplinlerdeki hekimlerin birlikte ve hasta ile iş birliği içinde teşhis koyması ve tedavi süreçlerini yürütmesi anlamına gelir. Sağlık alanındaki farklı disiplinler arasında da(Ortopedist-Hemşire-Eczacı-Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı-Fizyoterapist-Psikolog-Sağlık Eğitimcisi gibi) iletişim ve işbirliğinden en verimli ve etkin şekilde yararlanılmalıdır. 

Hasta Merkezli Tıp uygulamasında hastalara sorunlarını rahatça ifade edebilmeleri için yeterli süre verilir; kafalarındaki her türlü soruyu sormaları için cesaretlendirilir; sıkıntıları ve genel sağlık durumuna yönelik ayrıntılı sorular sorularak hastadan hastalığıyla ilgili tüm algı, düşünce ve yorumları  öğrenilir. 

Hekim bir taraftan hastalığın ne olduğu sorusuna yanıt ararken; diğer taraftan hastalığın hasta tarafından nasıl algılandığı ve hastanın yaşamında ne tür değişiklikler meydana getirdiği, onun için ne anlam taşıdığını  öğrenmeye çalışır. 

Hasta merkezli tıpta, hekimin görevi hastalığı tedavi etmek değil, hastayı tedavi etmektir.(Özlü T.) 


Hasta Merkezli Tıp Konusunda Karşıt Görüşler:

Hasta merkezli tıp konusunda hem ülkemizde hem dünyada karşı görüşte olan hekimlerimiz de var. Öncelikle üzerinde durulan ve karşı çıkılan konu elbette hastalığın teşhis ve tedavisi konusunda ilerlenecek yolda seçimi hastaya bırakmak oluyor. Sağlık ve insan vücudu konusunda yeterli tıbbi bilgisi olmayan, hastalıkların seyrini bilmeyen bir hastaya, kendi hayatı ile ilgili bir konuda karar alma yetkisi vermenin doğru olmadığı savunuluyor.

Elbette sosyoekonomik sosyokültürel açıdan gelişmiş illerimizde Hasta Merkezli Tıp uygulamalarının yaygınlaşması tıpkı batılı ülkelerde olduğu gibi istenen bir gelişme olacaktır. Ancak sosyoekonomik sosyokültürel açıdan eşit şanslara sahip olmamış bölgelerimizde okuma yazması olmayan bir hastadan sağlık durumunu etkileyecek kararlar almasını ve doğru seçimler yapmasını beklemek muhtemelen biraz iyi niyetli bir yaklaşım olacaktır.

Bazı hekimlerimiz, Anadolu’nun binlerce yıllık kültür ve insan yapısını unutarak Batılı biyoetikçilere uyup, sanki biz California, Amsterdam, Paris veya Melbourne’de yaşıyormuşuz gibi “Özerkliği” seçtiler. Bir de kuyruğuna  ‘Bilgilendirilmiş Olur’u (tercihlere öncelik) da takınca, bu millete karşı olan borçlarını ödemiş oldular. Onlara göre, sağlık/tedavi hizmetleri hasta merkezli olmalıydı, hastayı iyice aydınlattıktan (bilgilendirdikten) sonra olurunu almak ve hastanın özerk (yarı özgür) kararına saygılı olmak gerekiyordu. Böylece hem hekim mahkemelerde sürünmekten kurtulacaktı hem hakim sorarsa “Ben onamını(olurunu) aldım, hem de aydınlatarak.” diyecekti. Hasta da, “Yaşasın benden aydınlatılmış onam aldılar, hem de özerk kararımla, artık rahat rahat ameliyata girebilirim. Artık ölsem de gözüm arkada kalmaz.” diyecekti.(Aksoy, 2011)

Anlamamız gerekir ki hastaların kendi sağlık durumları ile ilgili alacakları bazı kararlar onlar için yararlı olmayacaktır. Örneğin inme(felç) sonrasında tekrar yürümeye çalışmanın çok fazla çaba gerektirdiğini düşündüğü için tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürmeye karar veren bir hasta iyileşme ve tekrar yürüme şansını tamamen kaybedebilecektir. Demansı(bunama) olan ve davranış problemleri yaşayan bir hastanın ailesi bu davranış problemlerini baskılayan ve evde rahatsızlık yaratmadan yaşamasını sağlayan ilaçları, bu ilaçların kalp damar sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini ve buna bağlı potansiyel ölüm riskini görmezden gelerek kullanmayı tercih edebileceklerdir. Böyle durumlarda hasta ya da hasta yakınlarının kendileri için iyi gibi gördükleri tercihleri yapmaları toplum sağlığını olumsuz yönde etkileyecektir.(Reuben, Tinetti, 2012)  
  
En iyi ilaç hasta için doğru olanı yapmaktır. Birden çok kronik hastalığı, önemli bedensel engelleri, azalmış hayat süresi beklentisi olan hastalar için hekimlerin ne kadar doğru tedavi uyguladıkları kendilerinin tedavi seçme haklarından daha öncelikli olmalıdır.(Reuben, Tinetti, 2012)

Hasta Merkezli Tıp denilen bu yeni trend hastayı müşteri olarak gören bir yaklaşım tarzıdır. Eğer hasta, "tüketici" olarak ele alınacaksa yeni öncelikler ortaya çıkar. Müşteri tatmini, alışverişte mukayese, geniş ve çeşitli seçenekler, seçim, mal ve hizmete sınırsız erişim hakkı gibi. Bu da reklam ve pazarlama faaliyetleri ile talep, istek ve ihtiyaçların yönlendirilmesine ve değer artışlarına neden olacaktır.  Müşterilerin açık sağlık pazarında akıllıca, maliyet konusunda bilinçli şekilde ve bilgi sahibi olarak tüketim yapacakları söylense de sağlık sigortaları nedeni ile hastalar nadiren satın aldıkları hizmet ve ürünler için doğrudan ödeme yapacakları için maliyeti düşürme(düşük fiyatla satın alma) konusunda bir iç güdü sahibi olmayacaklardır. Eğer doktorlar sıklıkla pahalı tercihlerde bulunuyorlarsa hastalar da bulunacaktır. Örneğin bir hasta ağrıyan eklemleri için MR çektirmek isteyecek, solunum yolu enfeksiyonları için antibiyotik kullanmaya kalkacak ve hipertansiyonu, diyabeti ya da kolesterolü için belli markalı ilaçlar kullanmak isteyebilecektir.(Bardes,2012)

Bunun gibi nedenlerle tercihler tamamen hastaya bırakılmamalı doktor ve hastanın birlikte hareket etmesi sağlanmalıdır.


Hasta Merkezli Tıp Konusunda Önerilerimiz:

Hasta Merkezli Tıp uygulamalarının avantajları ve dezavantajları esasen "tercihlere öncelik" uygulamasında yoğunlaşmakta. Uygulamanın diğer aşamaları genel olarak kabul görmekte.

  • Tercihte öncelik aşaması için öncelikle hastaların ve hastalanmadan önce sağlık ve hastalıklar konusunda toplumun çok iyi şekilde eğitilmesi gerekiyor.

  • Tedavi süreçlerini yürüten ve günlük bakmakla yükümlü olduğu hasta sayısı çok fazla olan doktorlarımızın, tek tek hastalarına hastalıkları ile ilgili eğitim vermek, ondan sonra da tedavi konusunda hastalarının tercih yapmalarını beklemek için ayıracak yeterli vakitleri olmadığını biliyoruz. Bu açıdan mutlaka toplumun ve hastaların eğitimini üstlenecek profesyonel sağlık çalışanlarının yetiştirilmesi gerekiyor.

  • Hasta Merkezli Tıp konusunda Türkiye genelinde 2007 yılında kapatılmış olan Sağlık Eğitim Fakülteleri ve Sağlık Eğitimi Bölümleri'nin yeniden açılması, pedagojik formasyon sahibi ve yetişkin eğitimi konusunda yetkili Sağlık Eğitimcilerinin hızla ve tam donanımla yetiştirilmesi ve sahada göreve başlamaları kritik önem taşımaktadır.

  • Hasta Merkezli Tıp uygulamalarının ülkemizde yaygınlaşması planlanıyorsa bunun hasta eğitimi alanında uygulamacıları Sağlık Eğitimcileri olmak zorundadır.

  • Ülkemizde bölgeler arası sosyoekonomik sosyokültürel farklılıkların minimuma indirilmesi de bu konuda büyük bir ilerleme sağlayacaktır.


Sağlıklı ve Kaliteli bir Yaşam dileklerimizle…
Medulla Vita

9 Mart 2012 Cuma

Cilt Sağlığı ve Beslenme


Bu yıl kış etkisini uzun zamandır göstermediği kadar güçlü hissettirdi. Soğuk etkisi ile düşen vücut direncimizle iyi havalandırılmayan kapalı alanlara girdiğimizde sık sık üst solunum yolu rahatsızlıkları yaşadık. Ancak çetin kış koşullarından doğrudan etkilenen bir yanımız daha var! Soğukla devamlı temas halinde olan en büyük organımız...

Soğukla temas eden en büyük organımız da neymiş diye sorduğunuzu duyar gibi oluyoruz. Bu organ elbette bütün vücudumuzu saran ve esasen bir duyu organımız olan derimizdir. Derimiz bütün bedenimizin yaklaşık yüzde 7'sini oluşturur. Aslında derimiz bedenimizdeki en önemli organlarımızdan biridir pek çok hastalığın belirtilerini ilk olarak cildimiz verir bu açıdan deneyimli bir doktor en doğru teşhisi koymak için muayene esnasında mutlaka cildimize de bakacaktır.

Cilt sağlığımızı korumak için piyasada onlarca krem, losyon, merhem bulunur bunların bir kısmını kışın soğuktan korunmak ve cildimizin çatlamasını önlemek için kullanırız bir kısmını güneş yanıklarına karşı koruyucu olarak kullanırız bir kısmını kozmetik amaçlı yaşlanma etkilerini geciktirir umudu ile kullanırız bir kısmını da cilt doktorumuzun önerisi ile tedavi maksatlı kullanırız.

Oysa cilt sağlığımız da genel beden sağlığımızın etkisindedir. Biz ne kadar sağlıklı yaşarsak ne kadar bilinçli beslenirsek cildimiz de o kadar sağlıklı olacaktır. Dengeli ve sağlıklı bir beslenme düzeni ile cildimizin sağlığını ve canlılığını uzun yıllar koruyabiliriz!

Sigara ve alkol gibi zararlı alışkanlıkları hayatımızdan çıkarttığımızda ve beslenmemizde antioksidan vitaminlerin, minerallerin ve suyun dengesini doğru şekilde ayarladığımızda abur cuburdan ve rafine ürünlerden(beyaz şeker, beyaz un vb) uzak durduğumuzda cildimizin de adeta gençleşerek canlandığını, parlayıp ışıldadığını, çatlaklardan arınıp güçlendiğini nemlendiğini ve yumuşadığını görürüz!

Canlanan bir cilt gençleşen bir birey demek olduğundan doğru beslenme ve sağlıklı yaşam eşittir bolca iltifat ve güçlenen bir özgüven demektir!


 Cildimiz için Vitamin, Mineral ve Yağ Asidi Desteği:

Ülkemiz halen bir tarım ülkesi olma özelliği taşıdığı için çok şanslıyız toprak elbette bizden önceki kuşakların zamanındaki kadar zengin değil bu da tarım ürünlerinin içindeki vitamin, mineral ve yararlı bileşiklerin miktarını azaltıyor ancak yine de bedenimizin ihtiyaç duyduğu miktarlarda besin öğesini gıdalarımızdan alabiliyoruz.

Sağlıklı bir cilt için A,C,E ve B vitaminlerine, demir ve kükürt gibi minerallere ve yağ asitlerine ihtiyacımız var. Bunları alabileceğimiz kaynaklarımız oldukça zengin ve çeşitli.


A vitamini: Yaşlanmayı geciktirici antioksidan etkide vitaminlerimizdendir. Cilt, göz, üreme organları, diş ve kemiklerimizin sağlığı için gereklidir. Sivilce tedavisinde de kullanılır. Yumurta akı, ciğer, süt, koyun eti, dana eti, tavuk eti ve av hayvanlarının eti, patlıcan, havuç, kereviz, lahana, karnıbahar, hurma, ıspanak, çilek, taze fasulye, mercimek, kavun, şalgam, portakal, greyfurt ve domateste yani genel olarak sarı, turuncu ve yeşil renkli sebzelerde ayrıca kırmızı biber, maydanoz, nanede bulunur.

C vitamini: Yaşlanmayı geciktirici antioksidan etkide vitaminlerimizdendir. Cilt ve ağız diş sağlığımız üzerindeki etkisi büyüktür. Yaraların  iyileşmesini kolaylaştırır, cilt çatlaklarına iyi gelir. C vitamini, turunçgiller, tüm koyu yeşil yapraklı sebzeler, patates, kivi, ananas, çilek, elma, böğürtlen, muz, avokado, kuşkonmaz, maydanoz, kabak, soğan, domates, lahana, ıspanak, salatalık, bezelye gibi sebze ve meyvelerde bulunur.

E vitamini: Yaşlanmayı geciktirici antioksidan etkide vitaminlerimizdendir. E vitamini içeren kremler cilde sürüldüğünde cildin nemlenmesine yardımcı olur. Yumuşaklık sağlar pürüzleri giderir. E vitamini başta tahılllar olmak üzere yeşil sebzelerde bol miktarda bulunur. Kahverengi pirinç, yumurta, süt, yulaf ezmesi, tatlı patates, badem, fındık, ceviz, ayçiçeği yağı, antep fıstığı, soya yağı, balık yağı, ısırgan otu, kuş burnu, mısırözü yağı ve buğday tanesi en iyi kaynaklarıdır.

B vitaminleri: Genel cilt ve saç sağlığı yanında ciltteki istenmeyen siyah noktaların tedavisi için de kullanılır. B vitaminleri brokoli, havuç, hurma, peynir, yumurta, balık, yerfıstığı, patates, domates, buğday, fındık, ceviz, baklagiller, karnıbahar, meyankökü, ısırgan otu, maydanoz, nane ve kuşburnunda bulunur.

Omega 3 Omega 6: Omega yağ asitleri kan dolaşımının düzenlenmesinde ve cilde oksijen taşınmasında önemli roller üstlenir. Cilt kılcal damarlar sayesinde ne kadar iyi beslenir ve oksijenlenirse o kadar canlı ve genç görünüz. Omega 3 Omega 6 yağ asitlerinin en iyi kaynağı balıktır. Özellikle somon balığı iyi bir kaynak olarak bilinir.

Demir: Cilt sağlığı için yararlı olan bir mineraldir. Demir, karaciğer, kırmızı et, roka, yumurta sarısı, istiridye, kabuklu yemişler, mercimek, kuru fasulye, pekmez, kuşkonmaz ve yulaf ezmesinde bulunur.

Kükürt: Sağlıklı cilt, saç ve tırnaklar için gereklidir. Kükürt soya, sarımsak, lahana, soğan, fındık ve cevizde bulunur.


CİLT SAĞLIĞIMIZI KORUMAK İÇİN MUTLAKA YAPMAMIZ GEREKENLER:

  • Sigaradan(ve bütün tütün mamüllerinden) ve içilen ortamlardan uzak duralım.
  • Alkollü içkilerden ve kafeinli içeceklerden uzak duralım.
  • Stres yaşlanma etkilerini artırır cilde zarar verir stresten kaçınalım, stresle mücadele etmeyi öğrenelim.
  • Vitamin ve minerallerden zengin gıdaları tüketmeye özen gösterelim.
  • Sağlıklı beslenelim derken tüketim miktarlarına dikkat etmezsek kilo alırız fazla kilolar genel sağlığımızı olumsuz etkileyeceği gibi cilt sağlığımızı da olumsuz etkiler.
  • Düzenli egzersiz genel beden sağlığımızı ve ruh sağlığımızı olumlu etkilediği gibi cilt sağlığımızı da olumlu etkiler.
  • Günde 1,5 litre kadar su ve 1-2 fincan yeşil çay içmeye özen gösterelim. Deri hücrelerimizin suya ihtiyacı olduğunu unutmayalım.
  • Cilt kuruluğu şikayetimiz varsa mutlaka salatalarımıza 1 tatlı kaşığı zeytin yağı ilave edelim. Yemeklerimizde zeytin yağı kullanalım. Yeteri kadar su içmeye özen gösterelim.
  • Sivilce sorunumuz varsa ıspanak, maydanoz, roka gibi koyu yeşil yapraklı sebzeleri tüketmeye özen gösterelim.
  • Güneş ışınlarına ihtiyacımız var güneş en önemli D vitamini kaynağımız ve güneş olmazsa besinlerden aldığımız D vitamininden de yararlanamayız. Ancak saatlerce güneş banyosu yapmak ve bronzlaşmaya çalışmak cilt sağlığımız için oldukça zararlıdır. Güneşin dik açıyla geldiği saatlerde güneşten kaçınalım ve bronzlaşmak için yapılan güneş banyosu alışkanlığımızdan vazgeçelim.


Bedenimizi saran en büyük organımız olan cildimize gereken özeni göstereceğimiz,

6 Mart 2012 Salı

Reflü Hastalığı


Modern toplumun ve çağımızın en çok karşılaşılan sağlık sorunlarından birini ele alacağız. Konumuz Gastroözofageal Reflü Hastalığı. Her zaman olduğu gibi tıbbi terimleri sadeleştirecek ve en kolay anlaşılır şekilde sizlere sunmaya özen göstereceğiz.

Öncelikle Reflü nedir ona bakalım:

Günümüzde bir hastalık adı gibi anılan reflünün esasen kelime anlamı geriye akımdır. Geriye kaçış olarak da bilinir. Gaster kelimesi Latince'de mide anlamına gelir. Gastro mide ile ilgili anlamındadır. Özofagus Latince'de yemek borusu anlamına gelir. Özofageal yemek borusu ile ilgili anlamındadır. Gastroözofageal Reflü, mide ve yemek borusu ile ilgili geri akım ya da mideden yemek borusuna geri akım anlamına gelir. Mide içeriğinin(asit, safra, yiyecek maddeleri) mideden yukarıdaki yemek borusuna doğru herhangi bir zorlama olmaksızın geçişini anlatır.

Sağlıklı bireylerde de gün içinde birkaç kere sorunsuz şekilde gerçekleşebildiğinden esasen reflü bir hastalık değildir. Doğal fizyolojik bir süreçtir. (Yamada, 1999) Düşünülenin aksine kişi uyanık ve ayaktayken, yatar pozisyonda ya da uyuma halinde olduğundan daha sık gerçekleşir. Ancak yatar durumda gerçekleştiğinde etkisi daha büyük olur. Sağlıklı bireylerde reflü gerçekleştiğinde mide asitlerini içeren sıvı yemek borusundan kısa sürede temizlenir. (Schwartz, 1999)



Gastroözofageal Reflü Hastalığı (GÖRH) nedir:

Mideden yukarıya, yemek borusuna gelen asitli geri akıntı, fıtık, obezite(şişmanlık), sigara kullanımı gibi nedenlerle şiddetlenerek yemek borusuyla uzun süre temas halinde kaldığında, yemek borusunun asitten kendini koruma özelliği yok olur, bu sürecin devam etmesiyle gırtlak, yemek borusu ve solunum sisteminde doku hasarı meydana gelir. Bu duruma Gastroözofageal Reflü Hastalığı diyoruz. GÖRH ciddiye alınması gereken bir sağlık sorunudur. İleri aşamalarında tedavi edilmezse kansere neden olabilir. Modern toplumlarda en sık görülen hastalıklardan biridir, insan sağlığını ve yaşam kalitesini büyük ölçüde etkiler. (Gispert JP, 2009)


GÖRH bulguları:

1) Göğüste yanma: iki göğüs kafesini birleştiren ortadaki kemiğin arkasında, mideden göğüse yayılan bir yanma hissi oluşması. Genellikle yemeklerden 30-60 dakika sonra ortaya çıkar, nadiren birkaç saat sonra da hissedilebilir. Yatar pozisyonda şiddeti artar. Zaman zaman gece uykusundan uyandıracak şiddette olabilir. Bu durum Amerikadaki yetişkin nüfusun, %44'ünde ayda en az 1 kere, %14'ünde her hafta(Locke GR, 1997) %7'sinde ise her gün meydana gelir ve reflü ile ilgili en tipik bulgudur. (Kahrilas, 2004)

2) Ağıza mide içeriğinin gelmesi(acı-ekşi su, asit, safra, yiyecek maddeleri): Genellikle ağır bir yemek yenildikten sonra olur. Bu nedenle tok karnına sırt üstü yatılmaması önemlidir. Son yiyecek akşam yatmadan en az 2-4 saat önce yenilmiş olmalıdır.

3) Yutma güçlüğü de en tipik reflü bulgularından biridir.

Bu bulgular haftada en az 2 defa ortaya çıkıyorsa hastalıktan(GÖRH) kuşkulanılmalı ve mutlaka bir dahiliye uzmanına muayene olunmalıdır. Amerikadaki yetişkin nüfusun %20'sinde mideden yemek borusuna geri akıntı durumu hastalığı(GÖRH) görüldüğünü düşünürsek (Dent J, 2005) bu durumun ülkemizde de oldukça yaygın görülebileceğini öngörebiliriz. Bu açıdan benzer şikayetlerimiz varsa muayene olmayı ihmal etmememiz gerekir.

Bunların dışında daha nadir gözüken GÖRH bulguları da vardır. Bunlara mide sıvısının ağız içine, ciğerlere, nefes borusuna kaçması neden olabilir. Örneğin, larenjit(gırtlak iltihabı), öksürük, astım, diş minesi kayıpları, sinüzit, ses kısıklığı, zatürree vb.(Sweet MP, 2007) Ayrıca São Paulo Eyalet Üniversitesi'nin  2011'de yapmış olduğu bir çalışmada ses teli rahatsızlıkları olanlarda reflü hastalığı görülme sıklığının oldukça yüksek olduğu belirtiliyor.

Obezite(şişmanlık):

Şişmanlık özellikle de karın bölgesinde görülen şişmanlık GÖRH riskini büyük oranda artırır. Yapılan bir çalışmada yüksek kilolu ve şişman olmakla, GÖRH, yemek borusunda aşınma ve yemek borusu kanserleri arasında anlamlı bir ilişki olduğu görülmüş.(Festi D, 2009)

Ayrıca iç organlarda meydana gelen yağlanma ve GÖRH arasında da anlamlı bir ilişki görülmüş. Buna göre iç organlarda artan yağlanma karın bölgesi içi basıncı ve barsak içi basıncı artırıyor bu da fıtığa neden olabiliyor.(de Vries, 2008) Fıtıklar bilindiği gibi GÖRH'nın önemli nedenlerinden biri.

GÖRH tedavisi:

Tıp doktorları tarafından uygulanan mevcut sıkıntıyı gidermeye yönelik çeşitli tedavi yöntemleri vardır. Bunların bir kısmı reflü atakları sırasında çiğnenebilen ve rahatlama sağlayan ilaçlardan bir kısmı da belli sürelerle tedavi amaçlı alınması gereken ilaçlardan oluşur. Ayrıca GÖRH'ün ortaya çıkış nedenine göre ihtiyaç halinde genel cerrahi uzmanları tarafından ameliyatla tedavi de yapılmaktadır. Bunların yanında yaşam tarzında yapılacak bazı değişikliklerle rahatlama sağlanabilmektedir.



Yaşam tarzı değişiklikleri:

Burada bahsedeceğimiz yaşam tarzı değişiklikleri bilgi verme amaçlıdır. GÖRH tedavisine başlanması için öncelikle mutlaka bir dahiliye uzmanına muayene olunması gerekir. Doktorunuzun önermediği hiçbir yöntemi uygulamayınız.

Son yıllarda GÖRH ile ilgili yalnızca hastayı rahatsız eden yiyecek ve içeceklerden uzak durulması eğer bir rahatsızlık yaratmıyorsa uygun miktarlarda tüketilmesinde bir sakınca olmadığı görüşü yaygınlaşmış olsa da genel olarak Gastroözofageal Reflü Hastalığında(GÖRH) şikayetleri artıran içeriklerden uzak durmak yararlı olacaktır. Aşağıda uzak durulması önerilen içeriklerden ve yaşam tarzına yönelik değişikliklerden bahsedeceğiz.


  • Tütün ve tütün ürünlerinden(sigara, nargile, pipo, puro, vs.) kesinlikle uzak durulmalı.
  • Alkollü içkilerden uzak durulmalı.
  • Turunçgillerin(limon, portakal, greyfurt vs) suyu asitli yapısı nedeni ile tüketilmemeli.(Kaltenbach, 2006)
  • Mutlaka kilo verilmeli ve ideal kilo ve ölçüler korunmalı.
  • Kahveden ve kafeinli içeceklerden ve koyu(demli) çaydan uzak durulmalı.
  • Turşulardan uzak durulmalı.
  • Çikolatadan uzak durulmalı.
  • Mintlerden (küçük nane aromalı şekerler vb) uzak durulmalı.
  • Nane, soğan gibi besinlerin tüketimi azaltılmalı, beslenmede protein içeriği artırılmalı, mide asidinin uyarılmasını önlemek için acı baharatlar, karbonatlı içecekler ve domates tüketilmemeli.(Dönmez, 2010)
  • Öğünlerde aşırı miktarda tüketimden kaçınılmalı, içecek tüketimi öğün aralarında tercih edilmeli, öğünlerle birlikte içecek tüketilecekse miktarı az tutulmalı. Yiyecek ve içecekler çok sıcak veya çok soğuk olacak şekilde tüketilmemeli.(Dönmez, 2010)
  • Yağlı yiyeceklerden kaçınmalı.
  • Kızartmalardan ve fastfood içeriklerinden uzak durulmalı. Gazlı içeceklerin tüketimi azaltılmalı.
  • Düşük karbonhidratlı bir beslenme düzeni uygulanmalı. Yapılan araştırmalar günlük beslenmede karbonhidrat alımının azaltılıp, protein alımının artırılmasının GÖRH ile ilgili yakınmalarda azalma sağladığını ortaya koyuyor.(Yancy, 2001),(Austin,2006)
  • Yatmadan 2-4 saat öncesinden yatıncaya kadar yiyecek tüketilmemeli.(Hagman, Bektaş, Üstün, 2009)
  • Yatağın baş kısmı (yastık konulan bölüm) yükseltilmeli. Ancak burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Başın altına fazladan yastık koyarak hastanın başını yükseltmek, karın içi basıncı artırarak GÖRH'ü kötüleştirir. Bu nedenle yapılması gereken uygulama, sadece yatağın baş kısmındaki ayaklarının altına takoz konularak, olduğu gibi yatağın baş kısmının 15 cm kadar yerden yukarı kaldırılmasıdır.(Hagman, Bektaş, Üstün, 2009)


Gastroözofageal Reflü Hastalığının yaşam kalitenizi olumsuz etkilemeyeceği,